STAR TV’DEN YENİ DİZİ
Erdal Beşikçioğlu, Melis Birkan, Saygın Soysal, Berkan Şal ve Yasemin Kay Allen XOXO'nun mart sayısına kapak oldular. Ve Star TV'de yeni başlayacak olan dizilerini anlattılar…
Onlar da, biraz daha özgün işlerin peşindeler, ruhu olan işler… Dertleri insan… İnsanın doğası, adalet, varoluş… Bu ve buna benzer kavramlarla ilgileniyorlar.
OLGA ŞERBETCİOĞLU: Herkese bir açıklama yaparak başlayalım. Bu bir Breaking Bad uyarlaması değil.
BERKAN ŞAL: Hiç alakası yok diyebilirim. Nereden çıktığını da anlamış değiliz. Birilerinin canı Breaking Bad’i bizden izlemeyi çekmiş.
ERDAL BEŞİKÇİOĞLU: Yok, biz özgün bir şey yapamayız ya hani,özgün bir şey yapmaya hakkımız yok ya bizim, bir iş illa başka bir şeyin kopyası olacak. Biz üretemeyen, sürekli tüketen bir toplumuz ya, asıl hikaye oradan çıkıyor. Kendine güvensiz, fantezi yoksunu birtakım kafalardan…
OŞ: Bu durumda adaptasyon kötü bir şey mi?
EB: Değil tabii ki, ama üretmediğin yerde de devamlı kopyasını yaptığın bir üretim şekli olmamalı.
MELİS BİRKAN: İyi adaptasyon diye bir şey de var. Ve aslında her iş artık bir adaptasyon. Bir film yaptığınızda, daha önce hiç yapılmamış, tamamen özgün bir şey ortaya çıkarmak artık mümkün değil.
OŞ: Evet, hep referanslı zaten.
MB: İster istemez kenarından köşesinden birbirine benziyor.
OŞ: Artık dünyada hiçbir şey sıfırdan çıkmayacak zaten. Uzaydan gelecek diye bekliyoruz.
MB: Evet, yani. Herkes bir şeyleri keşfetmeyi bekliyor ama artık keşfedilecek bir şey yok. Bundan sonraki amacımız, yapılan her şeyi kendi ekseninde iyi anlatabilmek olmalı.
NEXT
OŞ: Adını hep 46 diye duyduk ama alt başlığı “Yok Olan…” da var. Bu neyi tamamlıyor?
EB: 46, kromozom sayısından geliyor. “Yok Olan…” da kromozomlardan bir tanesinin eksikliğine işaret ediyor. Hastalıklı olan kişiliğimizi anlatıyor.
BŞ: 46 aynı zamanda, psikiyatride cezai ehliyet sahibi olup olmadığınızı belirleyen raporun adı olarak bilinir ve hatta Türkiye Cumhuriyeti ceza kanunlarında 46. madde olarak da geçer.
OŞ: Genel olarak baktığımızda bir gerilim mi yoksa bir drama mı izleyeceğiz?
MB: Gerilimin yarattığı dramalar var.
SAYGIN SOYSAL: Bugünkü televizyon işlerinde, drama deyince eğriltilmiş, bükülmüş amorf duygular falan anlaşıldığı için, kavramsal açıdan yanlış bir algı var. Bizim işimizde bu drama biraz gergin anlatılıyor.
EB:Hatta bilim kurgu sosu da var.
BŞ: Bilim kurgu, polisiye ve macerayı tek bir potada eritip konuyu bağlayabiliriz. Zaten dramatizasyon yoksa hikaye de yok demektir.
OŞ:Role hazırlanmak klişesini nasıl açıklayabilirsiniz?
BŞ: Benim için bu süreç biraz farklı gelişti. Sanki kendimi role hazırlamadım da rolü kendime hazırladım.
OŞ:O zaman metot oyunculuğu mu izleyeceğiz daha çok?
EB:Metot diye bir şey yok, oyunculuğun metodu olmaz.
Sizin rolünüz ne tam olarak?
EB: Murat Güney adında bir genetik profesörünü canlandırıyorum. Bitkisel hayattaki kız kardeşini hayata döndürebilmek için birtakım kimyasal deneylerle şöyle bir tez ortaya atıyor: Eğer bedenimizin bir gen haritası varsa, ve bu harita da bir molekülden oluşuyorsa, ruhumuz da bu bedenin içindeyse; mutlak suretle ruhumuzun da bir gen haritası vardır. Biz de, ruhumuzun molekülüne ulaşabilirsek, o zaman bitkisel hayattaki birtakım hastalara ulaşmak ve onları dünyaya geri getirebilmek mümkün olur. Bu tezden yola çıkarak bir deney yapıyor ve bu deney sonucunda, daha önce hiç baskın olmayan bir yönü ortaya çıkıyor, karakterinin farklı bir tarafıyla karşılaşıyoruz. Hepimiz, tıka basa dolu bir minibüste giderken arkadan dayayan bir adama dönüp elimizin tersiyle vurmak isteriz ama hiçbir zaman vuramayız, çünkü toplum baskısı bizi orada biraz daha suskunluğa itmiştir. Murat, o sabrı ortadan kaldırıyor.
OŞ: Peki psikiyatrist olarak senin görevin ne Melis?
MB: Benim canlandırdığım karakter aslında işe ilk girdiğinde neden alındığını bilmiyor. Murat’ın kız kardeşine göz kulak olmak için alınmış gibi bir durum var ama aslında onun birtakım deneylerinde ve araştırmalarında yön bulmasına yardımcı olması için orada.
OŞ: Hikayede lokasyonun önemi ne?
EB: 46’nın içerisindeki bütün karakterler için, çevresinin, giydiklerinin, hatta taktıkları takıların bile çok önemi var, çünkü bir saatlik bir iş yapıyoruz. Bütün bunları düşünmeye hem zamanımız, hem hakkımız var hem de bu büyük bir keyif…
SS: Mekandan ziyade aslında İstanbul bağlayıcı bir lokasyon. Bu iş İstanbul dışında Türkiye’de herhangi bir şehirde çekilemezdi.
OŞ: Bir saat mi izleyeceğiz?
EB:Evet, biz bir saat olarak teslim edeceğiz. Bazen işin iyiliğindense uzunluğu öne çıkıyor, bir iş ne kadar uzunsa rating’imiz o kadar yüksek olur gibi tuhaf bir mantık oluşmaya başladı, ki bu korkunç bir şey.
OŞ:O zaman sürenin size pozitif etkisi nedir?
EB: Bir film yaklaşık 120 sayfadır, dört-beş haftada çekilir. İyi bir karakter yarattım diyebilmek için, çekimlerden önce bir-iki ay, çekimlerle beraber de beş hafta falan çalışman gerekiyor. Şimdi bana söyler misin, 150 sayfa gece gündüz çekiyorsun, o oyuncu önündeki repliği söylemekten başka bir şey yapabilir mi? Bir de ‘iki ekip çekiyoruz’ diye yeni bir şey çıkardılar, ne kadar şahane. Kaç tane başrol oyuncunuz var sizin? Bir tane. O adam bir setten çıkıp öteki sete gidiyor. Aman ne kadar da güzel işçi haklarını koruyoruz diyorlar, e peki oyuncu ne oluyor? Buna da cevapları hazır, ‘ama o da bir sürü para alıyor’ diyorlar. Yahu o sermaye be. Sermayeye nasıl bu kadar kötü bakılır, anlamıyorum.
Devamlılık yok, anı kurtarmaya bakılıyor…
EB: Yok, anı kurtarmak değil işte o, seni tüketmek, seni yok etmek.
SS: Neyse ki bu projede böyle bir zulüm yok. İki karakterin birbirine boş baktığı, konuşma baloncuklarını seyircinin doldurmaya çalıştığı uzun ve anlamsız sahneler çekmiyoruz.
BŞ: Malum, dizi sürelerinin kısalması, çıkan işin kalitesinin de artmasını doğru orantılı olarak etkileyecek.
EB: Evet, umarım bu proje iyi bir örnek olur, amacımız bu.
NEXT
OŞ: Behzat Ç.’den hareketle soruyorum; bu dizideki rolünüz de baskın bir karakter mi olacak?
EB: Çoğul konuşalım; bu dizide, baskın karakterler göreceksiniz. Bir tane ana örgü var ve biz oyuncular onun etrafında uçuşan pervane böcekleri gibiyiz. Yani burada önemli olan hikaye, ve karakterler de bu hikayeye hizmet ediyorlar.
OŞ: Hepiniz aslında ortalıkta çok gözükmeyen oyuncularsınız. Bunun, birbirine benzer insanlardan oluşan bir ekip yaratmak adına, oyuncu seçiminde bir etkisi oldu mu?
EB: Yok ya, Yasemin nereye adım atsa zaten… Şaka bir yana, demek ki insan kendine benzeyenlerle çalışmak istiyor. Serdar Abi de öyledir, üretmek ister, birlikte üretebileceği insanlarla çalışmak, üretimiyle konuşulmak ister.
MB: Sonuçta, hepimizin yaptığı seçimler ortak bir sinerjiyle bir araya geliyor.
OŞ: Oyuncuların diğer insanlara kıyasla, fazla duygusal olduğu klişesine dair ne düşünüyorsunuz?
YKA: Ben öyle oyuncular tanıdım ki, neredeyse duygudan yoksun insanlardı. Bu yüzden, aslında bu klişe, farklı insanların bakış açılarını anlayabilmekten geçiyor. İşinde duygularını kontrol edebilen ama günlük hayatında çok da duygusal olmayan bir insan, oyunculuk yaptığı an, sırf performansını sevdiği için, daha önce hiç deneyimlemediği hisleri içinden çıkarabilir.
EB: Sıradan bir ailede annenin bir akşam yemeği hazırladığını düşün. Sofranın etrafında toplanan aile fertleri, o yemeği beğenmiyor. Anne için korkunç trajik bir durum. Bir oyuncu için de aynı şey geçerli; topluma bir hikaye hazırlıyor ve günün sonunda izleyiciler ‘Bu ne lan, ne biçim hikaye bu?’ diyebiliyor. Ama bilmiyorsun ki, o mesleği yapan oyuncunun hayatını karartıyorsun. Çünkü adam kendi içine dönüyor, kendi dünyasını hissederek bu hikayeyi ortaya çıkarttığına inanıyor. Aslında oyuncular tam da bu yüzden hassas ve duygusal insanlar. Bir beğeniye hizmet ettiği için ve amacı beğenilmek olduğu için, böyle bir hassaslık söz konusu.
OŞ: Bu durumda ortaya güçlü bir ego da çıkıyor, haliyle.
EB: İnsanlar seni beğendiği zaman, tabii ki egon da bu durumdan etkileniyor…
OŞ: Yaşınızın, bu proje özelinde, etrafınızdakilere etkisi nedir?
EB: Bunu ben bilemem ki. Ben konuşmayı, sorulan sorulara cevap vermeyi, üretmeyi seviyorum. Malum, üreten adam, soru soran adamdır. Bazen ekibin geri kalanını çok gerdiğim oluyor, her şey herzaman günlük güneşlik olmuyor.
MB: Herkesin her gün öyle olamayacağı aşikar zaten. Ama şöyle bir gerçek var ki, yaptığımız işte belli başlı, bu işi yürüten lokomotif faktörler var. Yönetmen, başrol oyuncuları ya da her neyse… Bu insanlar ekibin geri kalanı arasındaki ilişkinin de lokomotifi olurlar. Erdal’ın da Serdar Hoca’nın da böyle bir rolü var.
YKA: Zaten hikayenin Erdal, Serdar Hoca ve Ercan’dan çıkmış olması da bizi çok etkiledi. Onlar hikayeyi anlattılar, biz de oturup dinledik. Bir araya geldik, karakterler hakkında konuştuk, fikir alışverişinde bulunduk. Ekibin yöneticilerinden gelen bir direktifle oynayacağımız karakteri benimsediğimiz bir durum söz konusu değildi.
BŞ: Bir hikayenin ayağa kaldırılıp, vücut bulmasına aşama aşama şahit olmak ve bu hikaye içerisinde bir yer bulabilmiş olmak benim için müthiş bir deneyim ve bu beni çok heyecanlandırıyor.
OŞ: Kötü bir iş izlediğinizde sinirleniyor musunuz?
BŞ: Kötü işlerin de bir misyonu var bence. En azından yapmaman gerekenleri öğreniyorsun.
MB: Ben kötü bir şey izlediğimde ‘Ah, yazık.’ demektense, kendimi, nasıl yapılabilirdi, nasıl daha iyi olurdu diye düşünmeye sevk ediyorum. Ama izlediğim herhangi bir işi bırakıp terk ettiğim olmaz.
OŞ: Hiç sinema salonunu terk ettiğin olmadı mı?
MB: Yok.
EB: İyi ve kötü çok karışık kavramlar. Neye göre kötü, neye göre iyi, bunu konuşmak lazım.
OŞ: Ama fecaat işler de yok değil.
EB: İşte ben de onu diyorum ya, fecaat nedir? Sana göre fecaat olan bir şey bana göre harika bir iş olabilir. Sanatın güzelliği de bu zaten; görecelilik çerçevesinde ilerliyor oluşu.
YKA: Ama insanların fecaat algısını biraz daha üst seviyeye çıkartmakta fayda var.
SS:Sanatı ve edebiyatı televizyonda aramaya kalkarsak zaten, işler iyice sarpa sarıyor. Türkiye’de şu an iyi bir iş yapılması için gereken hiçbir koşul yok, ne yazık ki. Zeki ve heyecanlı bir yönetmen ya da ilk senaryosunu yazmış genç bir yetenek ortaya çıkarsa, ancak belki bu şekilde iyi bir iş yapılıyor. Yoksa sektördeki dinozorlardan bir fayda yok. 46’ya dönecek olursak,normalde olması gerekeni yaptığımızı düşünüyorum. Zaten dizilerin 55-60 dakika olması gerekirken, ve Türkiye’de bunu uygulayan kimse yokken, bizim bunu yapmamız aslında yenilikçi bir hareket değil.
NEXT
OŞ:Bu işle yeni bir şeyler söylemeye çalışıyorsunuz yani.
EB: Yeni gibi görünen bir heyecana kapılmış durumdayız. Oynarken, çıkan sonuçları gördüğümüzde hissettiğimiz şey, bizi bu hikayenin peşinden koşmak için tetikliyor. İşin içindeyken ne olduğunu ya da ne olacağını görmek neredeyse imkansız, tıpkı Behzat Ç.’de olduğu gibi. Ben ne olduğunu bilmeden, sadece oynadım. Aynı şekilde Serdar çekti, Ercan yazdı ve gün gelip iş bitince, yaklaşık üç sene sonra dönüp geriye baktım, ve ancak o zaman sosyal sınıflar içerisinde nasıl bir etkisi olduğunu fark ettim. Yaptığımız bu yeni işte de yakaladığımız aynı heyecan var.
SS: Senaryonun en güzel tarafı da, birkaç bölüm sonrasıyla ilgili fikir yürütemiyor oluşumuz, çok güzel akıl oyunları okuyoruz.
OŞ: Bill Murray, “Geç uyuduğunuz, biraz sizi sersemleştiren ama bolca eğlendiren işleri seviyorum.” gibi bir genelleme yapıyor. Sizin burada yaptığınız iş, bu kategoride mi yer alıyor?
EB: Belki de…
OŞ: İlk bölümü hep birlikte izlemek gibi bir toteminiz var mı?
MB: Bu klişeyi kırıp, ilk bölümü herkes kendi evinde izler bence.
SS: Kesin bir yandan ilk bölümü izleriz, bir yandan da bir şeyler içeriz. Ya da kimde televizyon varsa onun evinde buluşuruz. Bu gidişle sana geleceğiz sanırım?
EB: Bende televizyon yok. Bu yüzden ben mutlaka birileriyle seyredeceğim.
BŞ: Bence bırakalım dağınık kalsın.
OŞ: Gerçeklikle oyunculuğun birbirine girmesi durumu, yaş ilerledikçe mi ortaya çıkıyor?
YKA: Ben, karaktere, kendimden bir şeyler katmaya başlıyorum. Tam tersi, canlandırdığım karakterden de bir sürü şey öğreniyorum. Karakter oynadıkça açılıyor ve bir şekilde hayatına karışıyor. Canlandırdığın insanın davranışları seni etkiliyor ve aslında gerçek hayatında yaptığın ya da yapmadığın şeyleri sorgulamana sebep oluyor.
SS: Bu, aslında oyuncunun kendi etrafında oluşturmak istediği farklı karakterlerle alakalı bir durum, bir anlamda oyuncunun kendi kendini gaza getirmek için kullandığı bir yöntem. Nasıl oluyorsa, pek çok insan bu tuzağa düşüyor. Ama bence bu soru sana Erdal Abi.
BŞ: Erdal Hocam, Saygın konuyu size havale etti.
EB: Bu karakter mevzusu sadece oyuncuya yükleniyor ama insanların üç sene boyunca bana ‘Vali’ diye seslenmesi kimseyi rahatsız etmiyor. Sıradan bir insana ‘Sayın Valim’ diye seslensen, adamın yolda yürüyüşü, merdiven çıkışı bile değişir. İnsanlar, kimi ya da neyi görmek istiyorlarsa, oyuncuyu da öyle görüyorlar. Behzat Ç. izleyicisi, bu işi izledikten sonra o kadar çok küfür edecekler ki bana -sırf beni farklı bir insan olarak görmek istemedikleri için…
YKA: Heath Ledger, The Joker’ı canlandırmamış olsaydı, yine muhtemelen intihar edecekti, işe buradan bakmak lazım.
NEXT
OŞ: Sürekli olarak benzer karakterleri oynamaktan nasıl kaçıyorsunuz?
MB: Şahsen, bundan kaçmıyorum. Bu durumdan kaçmanın, benzer karakterleri insanın üzerine daha çok getirdiğine inanıyorum. Beni izledikleri herhangi bir karakter, insanlara tatlı ya da sempatik geliyorsa, bir daha asla böyle bir şeyyapmamam gerekir diye düşünmüyorum. Tabii, önüne birden çok seçenek sunuluyorsa ve bu geniş skaladan bir seçim yapman gerekiyorsa, her şey çok daha kolay.Gerçekten oynamak istediğin karaktere
YKA: Gerçekten oynamak istediğin karaktere odaklanmak da bir çözüm. ‘Sürekli benzer karakterler oynuyorum’ diye düşünmek ve defansa geçmek yerine, ne istediğini bilmek önemli. Tabii, senin ne istediğini karşı tarafın bilmesini de sağlaman gerekiyor. Aksi halde karşı taraftan da senin istediklerini karşılayacak bir şey göremezsin.
BŞ: Benimki de fena bir yol değil aslında… Mümkün olduğu kadar, farklı köşelerdeki, farklı uçlardaki arayışlara yönelerek bu döngüyü kırmaya çalışıyorum.
OŞ: Oynadığınız karakterleri, sıradan bir polis karakterinden ayıran şey ne?
SS: Rolümüze hazırlanırken birkaç polisle tanıştık, hepsi birbirinden farklı karakterlere sahipler. Büro amiri de farklı, sıradan bir polis de… Kimi gözünün içine bakıyor, kimi mesleği ve pozisyonu gereği esip gürlemeye hazır. Haliyle bir polisi oynayacağım diye, gidip onun gözünün içine bakıp bire bir kopyalamıyorsun.
OŞ: Berkan’la önceden birlikte çalışmış olmanız ve çok uzun süredir tanışıyor olmanızın, bu işe pozitif etkisi nedir?
EB: Adam resmen babaannem gibi. Çok uzun bir mazimiz var kendisiyle. Neredeyse 12 yıl önce, Ankara’da yaklaşık 600 kişilik bir gece kulübü açtım. Burada aynı zamanda tiyatro da yapılacak diye düşünüyordum, çünkü seyircinin sadece izleyici olarak kalmakla yetinmesinden rahatsızdım. Bu açtığımız gece kulübünün ilk DJ’i Berkan’dı. Orada sergilediğimiz oyunun da başrollerinden birini oynuyordu. İflas ettik. O günden beri birlikteyiz. Şimdi de Tatbikat Sahnesi’ni kurduk. Berkan yine oyunlarda oynamaya devam ediyor ama bu sefer DJ’lik yapmıyor.